Jeremy Griffith’in ‘Dünyayı Dönüştürecek Hareket’ (World Transformation Movement) iddiası ile kaleme aldığı, 'Özgürlük' başlıklı kitabına göre, atalarımız, %98.6 aynı olduğumuz bonobo maymunları gibi, özünde egosuz, iyi kalpli, verici ve paylaşımcıymış. Dünya tarihinde, insanlık adına utanç verici cinayetlerin, savaşların, soykırımların, tecavüz, şiddet, yalan ve dolandırıcılık gibi kötülüklerin nedeni olarak da, Griffith, insan beynindeki, 2 milyon yıl kadar önce başlayan bilinçlenmeyi gösteriyor. İnsanlar, bilincin gelişmesi ile, merak-keşif ve bilgiye dayalı bir yaşam biçimine doğru evrilmişler. Bunun sonucu olarak da, günümüzdeki, egolu, bencil, kötülüğe meyilli, güç, para ve itibar peşinde koşan insan tipi ortaya çıkmış. Küçük çocukların gülen, oyunbaz ve çabucak mutlu olabilen, dünyayla barışık hallerini, daha önceleri insanların da bonobolara benzer bir yaşam biçimine sahip olduğunun delili olarak sunan Griffith, özünden kopuşun faturası olarak insanların şu anda ruhen hastalıklı olduğunu savunuyor. Psikoz olarak tanımladığı bu ruhsal çürümenin nedenini de, çocukluk ve gençlik yıllarında başlayan, ‘başarılı bir kişi’ olabilmek adına dayatılan çevre baskısı ile açıklıyor. Bu baskı sonucunda ‘kendisi olmaktan vazgeçen’ insan, çelişkili duygularının karmaşası altında eziliyor ve kötülüğe meylediyor. Griffith’e göre, işin güzel olan kısmı, psikolojik bozukluğun tedavi edilebilir bir hastalık olması! Çözüm olarak da, ilaç kullanımını değil, özünde kötü değil de iyi olmanın farkındalığı ile, tekrardan, benlik ve başarı duygusundan sıyrılmış, egosuz, huzurlu ve barışçıl insanlar haline gelinebilmesini öneriyor. Uzak doğunun gurularının aksine, Griffith, düşünceyi susturarak değil, bilakis düşünerek çözümler üretilmesi gerektiğine inanıyor.
Her şeyden önce, iyilik ve kötülük nedir, neye göre iyi, neye göre kötü? Mesela, iyiliğin ve mutluluğun simgesi olarak gösterilen bonobo maymunlarının birbirlerini öldürmedikleri ve kendi aralarında tam anlamı ile huzurlu bir hayatları olduğu doğru olabilir. Buna karşılık, bonobolar, kendi sahalarına giren başka türden maymunları avlayıp etlerini de afiyetle yiyebilmektedirler. Yani, daha önce zannedildiği gibi vejeteran değiller. Bu noktada bonoboları, birbirleri ile iyi geçinen fakat kendilerinden biraz farklı olan başka maymunları hunharca öldüren ve yamyamca yiyebilen bencil ve kötücül varlıklar olarak da değerlendirmek mümkün değil midir?
Griffith’in atladığı bir diğer nokta da, kendisinin öne sürdüğü 'egosuz insan' çözümünün, bundan yüzlerce hatta binlerce yıl önce pek çok kadim felsefede dile getirilmiş olması. Kendisinin şiddetle eleştirdiği, temelini uzak doğu felsefelerinden alan Eckhart Tolle’nin ‘Şimdi’nin Gücü’ gibi kitaplarında bahsi geçen, düşünceyi susturma pratiklerinin amacının, düşünmeden yaşamak değil, insanlarda ego farkındalığı oluşturmak olduğunu da kavrayamamış görünüyor. Yine tasavvufta ve Hz. Mevlana’nın da dahil, tüm sufi öğretilerinde karşılaştığımız ‘nefs terbiyesi’ de aynı amacı güdüyor. Bütün bu kadim öğretilerde hedeflenen, insanın özüne dönmesi ve bilinçli olarak iyiliği seçmesi. Düşünceyi bir süreliğine susturmaktaki amaç da, iç sesimize ulaşabilmek (Bu konulardan önceki yazılarımda daha ayrıntılı olarak bahsetmiştim).
Doğrusunu söylemek gerekirse, yeryüzündeki hiç bir varlık, eğer söz konusu hayatta kalmak veya üremek ise, çok da iyilik timsali olmayabilir. Doğanın, acımasız olarak nitelendirilebilecek gerçeklerini ve varoluşun içerdiği zıtlıkları yadsıyamayız. Tıpkı adım adım gelişen teknoloji gibi, doğada da, adım adım gelişen bütünsel bir varoluştan bahsetmek daha doğru olacaktır. Nitekim, insanın bilinci de zaten bu şekilde evrimleşmiş. Buna karşılık, Griffith’in haklı olduğu bir konu var ki, üzerinde önemle durulması gerekir, o da, insanlarda görülen psikolojik bozulmanın, kaygılı ve mutsuz durumun gün-gün daha da artıyor olduğu gerçeği. Korkularımız, çocuksu sevinçlerimizi perdeliyor. Sosyal medyada görülen mutluluk tabloları, palyaço-misali, içerideki göz yaşlarını gizliyor. Her yıl artan sayıda insana anksiyete, depresyon, bipolar bozukluk gibi tanılar konuyor, ilaç kullanımı artıyor, madde ve alkol bağımlılığı tırmanıyor. Her yıl daha da fazla insan intihar ediyor. Ortada bir problem olduğu yadsınamaz.
İşte tam da bu noktada, insanı diğer canlılardan ayıran özelliği devreye giriyor. Yani insandaki sorgulayıcı bilinç düzeyi. Kendi varoluşu dahil, her şeyi sorgulayan, neden ve nasıl sorularını sorup, dahası yanıtlarını araştıran ve ortaya somut çıktılar koyabilen insan beyni ve zihinsel düşünme ve irdeleme kapasitesi sayesinde insanlık, diğer canlılara kıyasla, büyük bir hızla bilgi biriktirdi, gelişti, farklılaştı. Buna karşılık, insan kalbi unutuldu. Kalbin sesi susturuldu.
Dünyanın geldiği bu aşamada, insanlığın fütursuz egosunun sebep olduğu bu kaotik ortamdan kendisini ve içinde yaşadığı dünyayı nasıl kurtarabileceğinin bilinçli olarak sorgulanması gerekiyor. Artık sadece beyin kapasitemizle değil, hem doğal dengeye, hem de kendi içsel dengelerimize saygılı olarak ilerleyebileceğimizi kabul etmek zorundayız. İnsanlığın kurtuluşu, sadece güç ve başarı-odaklı bir yaşam biçimini ön-planda tutan bakış açısından sıyrılıp, sevgi-dolu ilişkileri, keyifle çalışmayı ve hevesle üretmeyi, paylaşmayı, hayattan zevk almayı, huzurlu ve neşeli olabilmeyi ön-planda tutan, beynimiz kadar, kalplerimizin de seslerini duyurabildiği, doğa ile barışık yaşam biçimlerini oluşturabilmemize bağlı..