Işk imiş her ne var Âlem’de,
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak..
Fuzulî’nin bu güzel beyiti 'Aşk imiş her ne varsa evrende, ilim ancak bir dedikodudan ibaretmiş' diye tercüme edilse de, aslında bu evrende olan her şey ‘bizim bildiğimiz anlamdaki’ aşk olmadığı gibi, ilim de dedikodu değildir. Peki öyleyse nedir?
ODTÜ’de öğretim üyesi olduğum dönemde, çok sevdiğim bir hocamız, bölümümüzdeki akvaryumun içinde, cam duvarların birinden öbürüne yüzüp duran balıkları gösterip: “Bak, bu balıklar dünyayı şu akvaryumdan ibaret sanıyorlar” demişti..
Bana öyle geliyor ki, iki insan arasındaki aşkın da akvaryum gibi bir kabı ve hacmi var ve o kap ne kadar genişse aşkı da o kadar sanıyoruz. Mesela, ‘kara sevda’ dediğimiz aşkı bir çoban şöyle tanımlamış: “Seversin, istersin-vermezler, kara sevda olur”????.
Çobanın masum kara sevdası bir yana, bir de aşkın şiddet içereni vardır. Bu tür aşklar: “Ya benimsin, ya kara toprağın” der, “Sensiz yaşayamam” der, aşk için intihar eder, cinayet işler, şiddete meyleder. İnsan nefsinin/egosunun tavan yapmış halidir bu tür aşklar. Sözde aşık, aslında nefsinin esiridir. Nefs yolculuğuna henüz çıkmamıştır, hatta henüz ortada yol bile yoktur. Davranışlarımızın nefsten kaynaklandığını idrak ettiğimiz anda yola çıkmış oluruz.
Aşkın, kabı en geniş olanı ise Leyla ve Mecnun’da anlatılır: “Nihayet bir gün Leyla Mecnun’a varınca, Mecnun: “Çekil git! Leyla ile meşgulüm” der1... Benliğin ‘Hiç’lik mertebesine ulaştığı ilahi aşk, nefsin esiri olunan aşkın tam tersidir! İlahi olan, önce Leyla’nın suretinde tecelli etmiş olsa da, daha sonra Mecnun o aşkın ateşi içinde eriyip yok olmuştur. Eriyen, yanıp yok olan ise, Mecnun’un bedeni değil benliği, yani nefsidir. Bedenî duygulardan arî olan ilahi aşk, ateşin içine atlayan pervane olmak, sevgili ile BİR olmaktır.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre, insandaki yoğun aşk duygusu hormonlarla alakalıdır ve er ya da geç biter; yerini arkadaşlığa, alışkanlığa, bağlılığa, bağımlılığa veya ayrılığa bırakır. İlahi olan ise ebedîdir. İnsani aşkta, nefs insanın gözünü kör eder, akıl faaliyetini yitirir, insanlar acı çeker veya çektirir. İlahi olanda ise, akıl ve ruh, o sonsuz bilgeliğin kulu, halifesi olur, şevk ile mest olur, coşar. İnsani olan aşkta, nefs sahip olmak ister, ilahi olanda ise, ruh teslim olur, akışta olur, nurlanır, koşulsuz ve saf sevgi olur. Bir insana duyulan aşkın en kutsal olanı, nefsî isteklerden arınmış, gözyaşının seller gibi aktığı ama sessizce, kendi içinde koşulsuzca yaşananıdır ama o da gün gelir biter. Sonuç olarak, ‘o aşk, bu aşk’ değildir ama, o aşk yaşanmadan da bu aşka erişmek zordur.
Tasavvuf uzmanlarının muhakkak çok iyi bildiği, fakat benim için oldukça yeni bir keşif oldu, ‘ışk’ sözcüğü..
Önce sözlük anlamını araştırıyorum: ‘Işk’, Osmanlıca bir sözcük, Arapça ‘Aşk’ ile yer değiştirmiş. İlk anlamı, sarmaşık; kalbi adeta bir sarmaşık gibi saran sarmalayan yoğun bir duygu, sevgi ve muhabbet anlamına geliyormuş. Bu noktada, ışk ile aşk aynı gibi gözükse de, araştırmamın bir sonraki durağı olan, İhsan Fazlıoğlu’nun, ‘Fuzulî ne demek istedi?: Işk imiş her ne var Alem’de, İlm bir kîl ü kâl imiş ancak’ başlıklı kitabında1 aradığım derinliği nihayet buluyorum. Sadece Fuzulî’yi değil, İbn-i Sîna’yı da, batılı filozofları da ele alıyor kitabında Sn. Fazlıoğlu ve beyitte yer alan her bir sözcüğü tek tek açıklıyor:
“Işk bedeni kurutur; kalbi nurlandırır. Işk’ın en son aşaması, seven ile sevilen, aşık olan ile olunan ayrımının ortadan kalkması; sadece sevginin ve ışk’ın kendisinin kalmasıdır... Işk, tüm kemâlatı toplar; bu da Hakk’tır’ diyor Fazlıoğlu ve açıklıyor, neden, ilim bir dedikodudan ibarettir şeklinde tercüme etmek hatalıdır! Demek ki, gönül gözü ile bakıp idrak etmek gerekiyor.
Işk, okyanusa dalmak ise, ilim, yani okuyarak ve araştırarak bilgi edinmek, okyanusun kıyısında durup bakmaktır. İlim zihinseldir, ışk ruhsaldır. Her yerdedir ve her şeyin içindedir. Atomları, molekülleri, galaksileri, kısaca evreni bir arada tutar. İlim, bilgi edinmekse, ışk o bilgi ile hemhâl olmaktır. “Ben ol ki bilesin” demiş ya Hz. Pir Mevlana.. Yüzmek nasıl bir duygudur diye soruyorlar, ne denebilir ki, yüz ki bilesin..
Acaba diyorum aşk yerine, ilahi olanı tanımlamak için Osmanlıca ‘ışk’ sözcüğüne mi dönsek?
Hem, ışk, ‘ışık’ sözcüğünü de çağrıştırıyor, kutsal olanı daha güzel betimliyor. Mesela, nur ya da nurlu dediğimizde bir tür parlaklık ve ışıma halini ifade ediyoruz; ölüme yakın deneyimler yaşayan kişilerin ‘ışığı gördüm ve ona doğru ilerledim’ dediğini duyuyoruz; Hz. İsa ve hiristiyanlarda kutsal sayılan kişilerin başının üzerinde parlak ışıktan bir hâle resmedildiğini görüyoruz. Işık, aydınlıktır, ilahi olanla hep bir arada anılmıştır.
‘Işksuzlara verme öğüt, öğüdünden alur değül,
Işksuz Adem hayvan olur, hayvan öğüt bilür değül…’
Işksız insan olur mu? Allah’ın insanı yaratırken içine üflediği ruhu ise ışk, o halde, ışksuz insan da olmaz ama, insanın ruhu arınmadıkça, ego/nefs aradan çekilmedikçe de ışk ortaya çıkmaz ve kabımız da ancak balıkların akvaryumu kadar olur.
Ne diyor Hak Dostu: “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaradan”
Yolumuz sevgi, menzilimiz ölmeden önce ölmek, nefs makamımız hiçlik olsun...
Sevgiyle,
1 Fazlıoğlu, İhsan. Fuzuli ne demek istedi?: Işk imiş her ne var Âlem’de, ilm bir kîl ü kâl imiş ancak. Ketebe Yayınları, 2018.