Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 21 Şubat 2022 tarihinde yaptığı ulusa sesleniş konuşmasıyla Ukrayna saldırısını başlattı. Bir devletin egemenliğine yapılan saldırı, işgal, sivil ölümleri ve vahşet anlamına gelen savaş, Putin için Rusya’nın zaten bir parçası olan toprakları yeniden devlete iade etmek anlamına geliyordu. Bu nedenle Sovyet Rusyası nostaljisine sıklıkla başvurduğu konuşmasında pek çok konuyu, saldırıya meşruiyet zemini oluşturmak adına araçsallaştıran Putin, Ukrayna’nın doğusundaki Donetsk ve Luhansk şehirlerini Ukrayna’dan bağımsız devletler olarak tanıdı.
Putin, retoriğinde stratejik ve jeopolitik öneminin haricinde ontolojik amaçlarını da sergiledi. Bu şekilde Ukrayna’nın Rusya’nın benliğine aidiyetini belirtirken, Ukrayna’daki Slav halkına olan ihtiyacı da görünür oldu.
Putin konuşmasında işgali “Ukrayna’nın Nazizm ve faşizmden arındırılması ve sivillere karşı kanlı suçlar işleyenleri cezalandırmak” ifadesiyle meşruiyet zeminine oturtmaya çalışsa da bu fantastik (hayali) anlatılara diğer aktörleri ikna edemedi ve uluslararası arenada dışlandı. Uzmanlar sürekli, Rusya’nın önündeki tüm seçeneklerin “kaybetmek” üzerine olduğuna dair vurgu yapıyorlar. O halde Putin işgalin sonuçlarını ve herhangi bir meşruiyet zeminine sahip olmadığını bildiği halde neden böyle bir hamle yaptı?
İşgal sürecine dair yapılan analizlerin genellikle askeri güç kullanımı dolayısıyla geleneksel güvenlik perspektifine sahip olduklarını görüyoruz. Ancak uzun süredir devam eden çatışmayı körükleyen ve maliyeti yüksek bir savaşa giren Rusya’nın Ukrayna işgalinin sebeplerini açıklamakta tek başına fiziksel güvenlik perspektifi yeterli değil. Rusya’nın ontolojik güvenlik sağlama ihtiyacına da odaklanmak gerekiyor.
Devletlerin ontolojik güvenlik ihtiyaçları ve çatışmalar
Devletler de tıpkı insanlar gibi benliğe sahip varlıklardır. Benlik sahibi her varlık biyografik anlatılar inşa eder ve eylemlerini bu anlatılara dayandırır. Biyografik anlatıların sürekliliği ise anlatılarla tutarlı eylemlerle yani devletlerarası rutinlerle sağlanır. Belirsizlikler, rutinleri sekteye uğrattığında ontolojik güvensizlik ortaya çıkar. Bu rutinler kimi zaman süregiden çatışmaları da içerebilir. Yani ontolojik güvensizlik de çatışmayı sona erdirebilir.
Devletler sahip oldukları topraklar, bu topraklarda yaşayan toplumlar dolayısıyla güç kullanım erkine sahiptirler. Fiziksel güç kullanımı dolayısıyla geleneksel güvenlik argümanları elbette savaşlar söz konusu olduğunda ön plana çıkmaktadır. Ancak bu durum, çoğu zaman ihmal edilse de fiziksel güce başvurmaya sevk eden başka sebepler olmadığını göstermez.
Sosyo-psikolojik analiz yapma imkanı sunan “ontolojik güvenlik” kuramı, devletlerin benlikleriyle ilgilenir ve biyografik anlatılarının istikrarına, anlatı-eylem tutarlılığına odaklanır. Zira devletler sadece materyal bir güç erki değil, aynı zamanda toplumların ontolojik güvenliğinden de sorumlu varlıklardır. Dolayısıyla yaptıkları hamleler hakkında hesap vermek durumunda olan ya da rıza toplamaya çalışan iktidar sahipleri, meşruiyet zemini sağlamak adına anlatılar üretirler.
Çatışmalarda ve savaşlarda fiziksel güvenlik çıkarlarıyla ters düşülür. O halde buna rağmen çatışmaların devam ettirilmesindeki nedenlere odaklanmak gerekmektedir. Ontolojik güvenlik anlayışına göre devletler kimi zaman fiziksel güvenlik çıkarlarına tezat olarak, bu çatışmaları devam ettirirler çünkü öne çıkan çıkarlar “ontolojik”tir. Bu gibi durumlarda ontolojik çıkarlar için fiziksel güvenlik feda edilebilir, çatışma rutinlerine bağlı kalınabilir.
Rusya’nın Ukrayna saldırısının ontolojik güvenlik açısından sonuçları
Konuşmasında Ukrayna devletinin varlığını yok sayan Putin, bunu yaparken aslında Ukrayna’yı kendi benliğinde var ediyordu. Rusya’nın kaybettiği bir organı yeniden birleştirmek arzusunu dile getirircesine Putin, “Donbas bölgesi, tarihsel olarak Rusya'nın bir parçasıdır… Ukrayna, Rusya için sadece komşu bir ülke değil, aynı zamanda tarihin bir parçasıdır, Ukraynalılar yoldaşlarımız ve akrabalarımızdır” anlatısını kullandı. Yani Kremlin, savaşa stratejik gerekçeler sunduğu kadar kültürel ve tarihi gerekçeler de sunmuş oldu.
Putin ayrıca Rusçanın Ukrayna topraklarında 2013 sonrası yasaklanmasına da değindi. Bu adım, 2013’te AB Ortaklık Anlaşması’nın Rus yanlısı hükümet tarafından askıya alınmasıyla başlayan Meydan Olaylarından sonra Ukrayna’da değişikliklere gidilmesiyle gerçekleşmişti. Ukraynaca dışındaki dillere yasak getirilmiş, halkın çoğunluğunun ana dili olan Rusça da yasaklanmıştı. Putin’in anlatısında işaret edilen husus da buydu: Rus kabul ettiği halkın ve Rusya topraklarına ait addettiği toprakların değişimine engel olmak ve Ukrayna’nın Rus kimliğinden arındırılmasına izin vermemek.
Putin, retoriğinde stratejik ve jeopolitik öneminin haricinde ontolojik amaçlarını da sergiledi. Bu şekilde Ukrayna’nın Rusya’nın benliğine aidiyetini belirtirken, Ukrayna’daki Slav halkına olan ihtiyacı da görünür oldu. Rusya Devlet Başkanı 2014 Kırım ilhakında da bu niyetini belli etmişti. Çünkü tarihi, kültürel ve demografik olarak bağlı olduğu Ukrayna, Rusya için vazgeçilmez “ontik” bir alandır. Dolayısıyla Sovyet Rusyası coğrafyasından vazgeçmeyen bir başkan için, Ukrayna adeta Rusya’nın bedeninden koparılmış bir organ gibidir. Bu nedenle Ortodoks Slav ırk nüfusunu Rusya’ya kattığında devlet benliğinin ontolojik olarak güvende olacağına inanıyor.
Netice olarak ontolojik güvenliğini sağlamaya çalışan Rusya, kendisine oldukça pahalıya mal olan bu savaşı maddi çıkarlarına ters düştüğü halde devam ettiriyor. Çünkü devlet çıkarları sadece fiziksel güvenlik çıkarlarıyla sınırlı değil ve hatta güvensizliğe rağmen ontolojik çıkarlarını önceliyor. Rusya, topraklarında artan çok-uluslu nüfusu kendi benliğine bir tehdit olarak algılıyor ve yaşadığı ontolojik krizi aşmak için ontik alanı Ukrayna’yı ve dolayısıyla Ukraynalı Slavları topraklarına katmak niyetinde.
Rusya'nın Sovyet sendromu
İkinci olarak Putin, benliğindeki travmayı iyileştirmenin peşinde. Rusya’nın zayıflıklarının üzerini örtmek için emperyal nostaljik fantezilerini gücünü tüm dünyaya gösterebileceği bir sahne üzerinde sergiliyor. Bölgesel bir güç olduğu halde uluslararası büyük bir aktör imajı yaratmaya çalışıyor.
Putin bu girişimlerine yeni başlamadı. Gürcistan işgali, Suriye’de Esed’e desteği, ABD seçimlerine müdahale, Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’daki ayrılıkçılara verdiği desteklerle uzun süredir devam ettiriyordu. Dolayısıyla bu durum Sovyetler Birliği’nin travmatik çöküşünü kabullenemeyen kağıttan kaplanın, kükrediğinde kaplan olduğunu kanıtlayabileceğini düşünmesiyle eşdeğer. Zira nesillerden nesillere aktarılan Sovyetler Birliği’nin çöküşünün utancı ve travması bir miras olarak kaldı. Bu sendrom bugün değişen uluslararası dengeler nedeniyle Rusya’nın narsistik benliğinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Zira bugün artık çok kutuplu bir uluslararası sistemde yaşıyoruz. Sovyetler Birliği ve ABD’den oluşan çift kutuplu ya da ABD hegemonyasının sürdüğü tek kutuplu bir sistemde değil. Dolayısıyla Rusya’nın güç tutkusu ve kontrol etme arzusu “diğerlerinin yükselişi” ile tetiklendi ve emperyal arzularını yüzeye çıkarmasına neden oldu. Rusya küresel dengelerin değiştiği bu dönemde bulduğu boşluklarda Sovyet Rusyası taklidi yaparak benliğinin çöküş travmasını iyileştirmenin peşinde.
Diğer yandan bir ulus-devleti tanımadığını ilan eden Putin’in aslında ABD’nin izini takip ettiğini söylemek yanlış olmaz. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalleri ya da Trump’ın Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti ilan etmesi, Golan Tepelerini ilhakını tanıması gibi pek çok uluslararası hukuk ihlali dünyanın gözü önünde yapılmıştı. ABD gerileme dönemine girmiş olsa da, galip devletlerin hayat tarzlarının, izledikleri yolun ve adetlerinin mağlup devletler tarafından taklit edileceğinden bahseden İbn Haldun’u haklı çıkarırcasına, Rusya gibi hegemon olma arzusuyla yanıp tutuşan devletler eski hegemonun izlerini takip ediyor.
***
[İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora adayı Aslı Nur Düzgün, TÜBİTAK bursiyeri olarak Lund Üniversitesinde doktora tez çalışmalarına devam etmektedir]