Kremlin'in Ukrayna'yı işgalinin 12. gününde Ruslara karşı bir kültürel tepki dalgası, bir anlamda Rusofobi/Rus düşmanlığı, Batı ülkelerini kasıp kavurdu.
Rus sanatçılar, müzisyenler ve film yapımcıları Avrupa’daki etkinliklerden ve yarışmalardan dışlanıyorlar. Rus Milli Futbol Takımı, bu yaz Katar'da gerçekleşmesi planlanan FIFA Dünya Kupası'nın kalan eleme maçlarından men edilirken, UEFA bu yılki Şampiyonlar Ligi Fiinali'ni, Vladmir Putin’in de memleketi olan St. Petersburg’dan Paris’e taşımaya karar verdi. İtalya'daki Milano-Bicocca Üniversitesinin, Rus edebiyat devi Fyodor Dostoyevski ve eserlerinin incelendiği bir dersi ertelediği ancak daha sonra bu kararın geri alındığı bildirildi. Birçok Avrupa ülkesindeki çok sayıda perakende markası ve işletme, Rus yapımı ürünleri boykot ediyor ve söylenenlere göre Rus müşterilere karşı ayrımcılık yapıyor. Son olarak ABD Kongresi'ndeki Demokrat temsilciler Eric Swalwell ve Ruben Gallego, açık şekilde ABD’deki tüm Rus öğrencilerin okullardan atılması çağrısında bulundu. Zira Eric Swalwell ve Ruben Gallego'ya göre ABD'deki bu öğrenciler zengin Rus oligarkların çocukları...
Bu kararların çoğu başlangıçta Rusya'da iç karışıklığı artırmanın ve rejime karşı muhalefeti körüklemenin bir yolu olarak önerilmiş olsa da bu düşünce tarzının savunulamaz olduğu aşikar. Kremlin'in Ukrayna'yı işgalinin ardından Batı’da Ruslara karşı oluşan kültürel tepki dalgası sadece ayrımcı değil aynı zamanda yanlış da bir tutum. Bu durum Batı’yı düşman olarak gören Putin’i haklı çıkararak elini güçlendiriyor. Bununla ilgili birkaç noktaya değinmekte fayda var.
Rusların değil, Kremlin’in savaşı
Putin’in Sovyetler Birliği’nin yıkılışını “21. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” şeklinde nitelemesi dikkate alındığında, Ukrayna’daki savaşın Kremlin’in jeopolitik vizyonuna hizmet eden bir savaş olduğu anlaşılabilir.
Öncelikle bu Rusların değil, Kremlin'in savaşı. Benedict Anderson'ın tabiriyle bu, Rus milliyetçiliğinin meşru müdafaa söylemleriyle araçsallaştırıldığı bir “şansölye savaşı”. Bu sözde öz savunma politikası, Kremlin’in Ukrayna’da yaptığının (yine Anderson’ın tabiriyle) “devletten kaynaklanan ve öncelikle devleti çıkarlarına hizmet eden resmi milliyetçilik” doktrinine ne kadar uyduğunu gösteriyor.
Putin’in Sovyetler Birliği’nin yıkılışını “21. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” şeklinde nitelemesi dikkate alındığında, Ukrayna’daki savaşın Kremlin’in jeopolitik vizyonuna hizmet eden bir savaş olduğu anlaşılabilir. Çok sayıda risk içermesine rağmen muhtelif Rus şehirlerindeki savaş karşıtı protestoların varlığı, Rus vatandaşlarının bu savaşın kendi savunmaları için verildiğini düşünmediklerini gösteriyor. Üstelik birkaç Rus yorumcu, Rusya vatandaşı olarak, vergilerinin, kendilerine kültürel anlamda bu kadar yakın bir komşu ülkenin şehirlerini bombalayan bir orduyu finanse etmek için kullanılmasından utanç duyduklarını açıkça söyledi.
Rus düşmanlığı etik değil
İkinci olarak, Ruslara karşı bu kültürel tepki dalgasının etik olarak da savunulabilir bir tarafı yok. Zira Rus vatandaşların kendileri bizzat Kremlin’in politikalarından muzdarip. Dolayısıyla Rusları haksız yere hedef tahtasına oturtmak, onların demokratik bir ortamda yaşama isteklerini de bir kenara atmak demek oluyor. Batı toplumları özgürlük ve demokrasiyi kanıksamış görünüyor. Ancak dünyada birçok toplumun gerçek özgürlüğü hiçbir zaman tatmadıklarını yahut çok kısıtlı bir özgürlüğe sahip olduklarını kendimize hatırlatmamız gerekir.
Ruslara karşı bu kültürel tepki dalgasının etik olarak da savunulabilir bir tarafı yok.
Ukraynalılar, savaş Avrupa’da olduğu için değil; bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi adına mücadele ettikleri için desteklenmeli.
Bu kapsamda Rusya iyi bir örnek. Asırlarca süren Çarlık despotizminin ardından 1917 Şubat’ında Geçici Hükümetin iktidara gelmesiyle bir fırsat penceresi açılmıştı. Pavel Milyukov ve daha sonra Aleksandr Kerensky’nin liderliğindeki Geçici Hükümet, Rusya’da ilk kez gerçek manada devrimci reformları (evrensel oy hakkı, ifade, toplanma, basın ve din özgürlüğü vb.) uygulamaya koydu. Tabi bu reformların hepsinin savaş zamanı uygulamaya konulduğu unutulmamalı... Bütün bunlara karşın Geçici Hükümet yine de I. Dünya Savaşı’ndan ayrılmayarak tarihi bir fırsatı kaçırdı ve 1917 Ekim ayında gerçekleşen ve yaklaşık 75 yıl sürecek (1917-1991) tek partili diktatörlük rejimi kuran Bolşevik darbesine zemin hazırladı.
Geçici Hükümet ile gelen ve yalnızca 8 ay süren bu yarı-liberal deneyimden sonra bir sonraki liberal deneyim 1991-1999 yılları arasında Boris Yeltsin başkanlığında gerçekleşti. Ancak bu dönemin de ne kadar yozlaşmış olduğu sonradan ortaya çıktı. Fakat bu dönemdeki siyasi liberalizmin faydaları da Sovyetler Birliği’nin çöküşünün yol açtığı psikolojik travma, sosyo-ekonomik zararlar ve yıkıcı Birinci Çeçen Savaşı nedeniyle pek işlevsel olmadı. Gerisi zaten 1999’dan beri Kremlin’in efendisi Putin’in iktidarının tarihi.
Rusofobi ırkçılığa zemin hazırlar
Üçüncü olarak bu Rus karşıtlığı, oldukça ayrımcı bir tutum ve Batı’nın Ukrayna krizine tepkisinde rastlanan ırkçılık örneklerinin artmasına neden olur. Hiç şüphesiz Batı’nın, Ukrayna’nın bağımsızlık, vatanseverlik ve demokrasi mücadelesine desteği ve Ukraynalı mültecilere ev sahipliği yapması takdire şayan. Ancak Batı’nın bu tutumu Orta Doğu, Afrika ve Asya’da halen devam eden benzer krizlere karşı tutumuyla taban tabana zıt.
Ukraynalılar, savaş Avrupa’da olduğu için değil; bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi adına mücadele ettikleri için desteklenmeli. Dünyanın her bir köşesindeki benzer mücadeleler de kim olduğuna bakılmaksızın desteklenmelidir. Örneğin Arap Baharı ayaklanmaları ve 15 Temmuz 2016’daki kanlı darbe girişimine karşı Türk sivil direnişi de aynı şekilde desteklenmeliydi ancak maalesef öyle olmadı. Benzer şekilde, Ukraynalı mültecilere kapılar Avrupalı oldukları için değil, ülkelerine yönelik saldırı ve işgalden kaçtıkları için açılmalı ve sahip çıkılmalı. Avrupa ülkeleri, ne yazık ki Kremlin’in desteklediği Esed rejiminden kaçan milyonlarca Suriyeli mülteciye benzer desteği vermedi. Bunun yerine sorumluluğu tamamen Türkiye’nin üzerine atmayı seçtiler. Avrupa ve Batı ülkeleri bir “değerler topluluğu” olduklarını iddia ediyorlarsa, bu tür "ırk, ülke, ulus veya sınıfın doğası gereği diğerlerinden üstün olduğuna inanan" ırkçı ve ayrımcı vakalara müsaade etmemeli.
Mütercim: Tuğçenur Akgün
***
[Dr. İdlir Lika İstanbul Gelişim Üniversitesi Öğretim Üyesidir]