Mübarek Ramazan'ın 30. Günü
2022-05-01 - 00:50
"Ey Allah’ım! Sapmaktan veya saptırılmaktan, hatâ etmekten, hatâ ettirilmekten, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillik etmekten, bana cahillik edilmesinden, hakkım olmayan bir şeyi istemekten, elimde olmayan bir şeyin benden istenilmesinden sana sığınırım."

Ayet:

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla;

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden, bu ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. İsmi hürmetine birbirinizden dilekte bulunduğunuz o Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.

Allah (C.C.) ne güzel söyledi.

(Nisâ Suresi, 1. Ayet)

Hadis:

Allah’ın Resulü Hz Muhammet (S.A.V.) şöyle buyurdu;

Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimse; diğeri de, Allâh’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infâk eden) kimsedir.

Allah’ın Resulü Hz. Muhammet (S.A.V.) ne güzel söyledi.

(Buhârî, İlim, 15)

Dua:

Ey Allah’ım! Sapmaktan veya saptırılmaktan, hatâ etmekten, hatâ ettirilmekten, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillik etmekten, bana cahillik edilmesinden, hakkım olmayan bir şeyi istemekten, elimde olmayan bir şeyin benden istenilmesinden sana sığınırım.

Âmin

 

Akrabayı Gözetmek

Makale: Dr. Durak Pusmaz

Mstah (R.A.) sahabe- i kiramın büyüklerindendi. Hz. Peygamberin insanları Islama davetinin ilk günlerinde müslüman olmuştu. Müslümanlarla beraber Medine’ye göç ederek mühacirlik şerefine ermişti. Hz. Peygamber (S.A.S.)le beraber Bedir ve diğer gazvelere iştirak ederek büyük yararlılıklar göstermişti. Hz. Ebû Bekir’in teyzesinin oğlu idi. Son derece fakirdi. Hz. Ebû Bekir (R.A.) onu evinde büyütmüştü, kendisine yardım ederdi. Ifk hadisesine her nasılsa onun da ismi karışmıştı. Mistah’ın annesi oğlunun böyle bir işe isminin karışmış olmasına çok üzülmüş, ona beddua bile etmişti. Hz. Ebû Bekir de bundan çok müteessir olmuş, artık Mistah’a yardım etmeyeceğine dair yemin etmişti. Bunun üzerine Nûr Sûresinin 22. âyeti inmiştir, meali şöyledir: "Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeğe yemin etmesinler, affetsinler, hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayandır, esirgeyendir."
Bu olayda ve bu olay üzerine inen âyet-i kerimede dikkatimizi çeken bazı noktalara temas etmek istiyoruz.

1- Hz. EBÛ BEKİR’İN FAZİLETİ:

İsmi zikredilmemekle beraber âyet-i kerimede "sizden fazilet ve servet sahibi kimseler..." ifadesinde Hz. Ebû Bekir’in faziletine işaret vardır.

2- AKRABALIK BAĞLARININ GÖZETİLMESİ:

Yüce dinimiz İslamiyet akrabalık bağlarının gözetilmesine büyük önem vermiştir. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de ve gerekse hadis-i şeriflerde bu konuda dikkatimizi çeken hükümler vardır. Yukarıdaki âyet-i kerimede faziletli ve hali vakti yerinde olan kimselerin, yakınlarına, yoksullara ve Allah yoluna hicret edenlere yardım etmemeye yemin etmemeleri, yardım ettiği yakınlarının kusurları olsa bile affedici ve hoşgörülü olmaları emredil- mektedir. Bu âyet-i kerime indikten sonra Hz. Ebû Bekir, "Evet Rabbimiz, vallahi biz senin bizi bağışlamanı dileriz." deyip evinde büyütmüş olduğu teyzesinin oğlu Mistah’a yardım yapmaya devam etmiştir. Yeminini bozduğu için de keffâret vermiştir.

Akrabalık bağlarının gözetilmesine sıla-i rahim diyoruz. Bunun zıttı kat-i rahimdir ki, akrabalık bağlarını kesmek de-» mektir. Kur’an-ı Kerim’de sıla-i rahimde bulunanlar övül- müş(1), bunu terkedenler ise yerilmiştir(2). Dinimiz insanın akrabaları ile alaka ve münasebetini kesmesini yasaklamıştır. Bu konuda yüce Rabbimiz: "Adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız.’^) buyurmuştur. Burada yüce Rabbimiz kendisine itaati ve akrabalık haklarının gözetilmesini emrediyor, insanlar birbirlerinden bir şey isterlerken veya dilekte bulunurlarken: "Allah hakkı için rica ediyorum", "akrabalık hakkı için rica ediyorum" derler. Ayet-i kerimede geçen "Allah’tan korkun" ifadesi, aile ve akraba haklarının ve ilişkilerinin bozulmasından son derece sakınılması gerektiğini belirtir.(4) Peygamber Efendimiz (S.A.S.) de: "Akrabası ile ilgiyi kesen cennete giremez."(5) buyurmuştur. Sıla-i rahim kapsamı içerisine şu üç husus girer:

a) Akrabayı ziyaret etmek

Bir adam Peygamber Efendimiz (S.A.S.)’e geldi:

"- Yâ Resülellah! Bana, beni cenneti yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir amel söyle." dedi.

Resûlullah (S.A.S.):

"- Allah’a kulluk eder, ona hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namazı kılarsın, zekatı verirsin ve akrabanı ziyaret edersin." buyurdu.

Adam gitmek üzere arkasını dönünce Resûlullah (S.A.S.):

"- Eğer kendisine emredileni yaparsa cennete girer." buyurdu(6).

b) Akrabaya yardım etmek

Dinimize göre müslümanın, yakınlarına karşı bir görevi de muhtaç iseler onlara yardımda bulunmasıdır. Hatiplerimizin her cuma günü hutbenin sonunda minberden inerken okumuş oldukları âyet-i kerimede: "Şüphesiz ki Allah adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabaya yardım etmeyi emre- der."(7) buyurulur. Başka bir âyet-i kerimede: "Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver."(8) buyurularak akrabalarımızın üzerimizde haklarının olduğu açıkça belirtilmektedir.

Peygamber efendimiz (S.A.S.) bu konuda şöyle buyurur: "Allah’a ve ahiret gününe inanan, akrabasını görüp gözetsin“(9).

Zekat, sadaka ve diğer, yardımlarda ilk önce akrabamızı gözetmemiz emredilmiştir. Rivayet edildiğine göre bir adam Peygamber efendimiz (S.A.S.)’e sadakaların hangisinin daha faziletli olduğunu sormuş, Resûlullah (S.A.S.): "Kindar (da olsa) akrabaya verilendir"(10) buyurmuştur.

Bir hadis-i şerifte de "Yoksula yapılan yardımın sevabı birdir. Akrabaya yapılanınki ise ikidir. Biri yardım sevabı, diğeri de akrabayı görüp gözetme sevabıdır"(11).

Sahabe-i kiramın en çok hadis rivayet edenlerinden biri olan Enes b. Malik (R.A.)’dan şöyle rivayet edilmiştir: "Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz."(12) mealindeki âyet inince Ebû Talha: "Ya Rasûlellah! Öyle anlıyorum ki Rabbimiz, bizden mallarımızın bir kısmını (kendi rızası için vermemizi) istiyor. Ben sizi şâhit tutuyorum ki Berîhâ adındaki bahçemi Allah için verdim" dedi. Rasûlullah (S.A.S.) ona "O yeri akrabana ver, buyurdu. Bunun üzerine Ebû Talha onu Hassan b. Sabit ile Obey b. Ka’b arasında taksim etti"(13).

Fıkıh kitaplarımızda belirtildiğine göre zekat, malın bulunduğu beldedeki fakirlere verilir. Başka bir beldeye nakledilmesi mekruhtur. Ancak zekat verenin başka beldede yakınları veya beldesi halkından daha fakirleri varsa mekruh değildir. Çünkü bu durumda hem farz olan zekat üzerinden düşmüş, hem de sıla- ı rahim yani akrabasını gözetme sevabı alınmış olur(14). Hatta akrabası muhtaç iken, onların ihtiyaçlarını giderinceye kadar insanın başkalarına verdiği sadakanın kabul edilmeyeceği söylenmiştir(15).
Bir de fıkıh kitaplarımızdan hibe (bağış) ile ilgili şu hükmü nakledelim: İnsanın bir yabancıya yapmış olduğu hibeden dönmesi kerahetle caizdir. Şayet hibede bulunduğu kimse yakını ise dönemez(16).

c) İrşad Görevi

Müslümanın yakınlarına karşı bir görevi de gerektiğinde onları irşad etmesi ve kendilerine doğru yolu göstermesidir. Peygamber efendimiz (S.A.S.) irşad ve tebliğ görevine ilk önce yakınlarından başlamıştır(17).

SILA-I RAHİMİN FAYDALARI

Yeri gelmişken burada sıla-i rahimin faydalarına temas etmek istiyoruz. Hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre sıla-i rahimin bir takım dünyevî ve uhrevî faydaları vardır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

a- Sıla-i rahim rızkın bollaşmasına ve uzun ömürlü olmaya vesile olur. Nitekim Peygamber efendimiz (S.A.S.): "Rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini isteyen kimse, akrabasını görüp gözetsin."(18) buyurmuştur.

b- Sevabı çabuk alınır

Hadis-i şerifte: "Sevabı en çabuk alınacak hayırlar, iyilik ve sıla-i rahimdir. Cezası en çabuk kötülükler de zulüm ve akraba ile ilgiyi kesmektir."(19) buyrulmuştur.

c- Ülkeleri mamur eder

Peygamber efendimiz (S.A.S.): "Sıla-i rahim, güzel ahlak ve iyi komşuluk, ülkeleri mamureye çevirir. Ömürleri ziyadeleştirir"(20) buyurmuştur.

Müslüman bir kimsenin yakınları kendisiyle münasebetlerini kesseler de onun, onları görüp gözetmesi gerekir. Hadis-i şerifte: "Akrabayı ziyaret eden, kendisine gelenlere giden değildir, asıl ziyaret eden kendisine gelmeyen akrabasına gidendir."(21) buyurulmuştur.

Bir adam:

"- Yâ Resûlellah! Benim akrabam var, ben onlara gidiyorum, onlar bana gelmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara halim (hoşgörülü) davranıyorum, onlar bana cahil (kaba) davranıyorlar" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (S.A.S.) şöyle buyurdu:

"-Eğer sen dediğin gibi isen, onlara sıcak kül yediriyorsun, demektir. Sen böyle yaptığın sürece daima onlara karşı Allah’tan bir yardımcı seninle beraber olacaktır" buyurdu. (22)

(1) Bkz. Ra’dSûresi: 13/21

(2) Bkz. Muhammed Sûresi: 47/22-23

(3) Nisa Sûresi: 4/1

(4) Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 11, 502

(5) Buharî, Edeb 11, Müslim, Birr, 18, 19

(6) Buhârî, Zekat, 1; Edeb, 1; Müslim, İman, 12, 14: Nesâî, Salât, 10; Müsned, V, 417-418

(7) Nahl Sûresi: 16/90

(8) Rûm Sûresi: 30/38

(9) Riyazü’s-Salihin ve Tercemesi (D.I.B. Yay.), I, 348

(10) Müsned; el-Fethu’r-Rabbânî, XIX, 53

(11) Müsned; el-Fethu’r-Rabbânî, XIX, 53

(12) Âl-i Imrân Sûresi: 3/92

(13) Müslim, Zekât, 43 (III, 191); Ebû Dâvûd, Zekât 45 (II, 131-132); Müsned, III, 285; Nesâî, Vakf, 2 (VI, 193)

(14) el-lhtiyar, I, 122

(15) el-Lübâb, /, 157

(16) el-lhtiyar, 3, 51-52

(17) Daha geniş bilgi için bkz. D. Pusmaz "Yakınlarımıza Karşı İrşat Görevimiz’ Diyanet Dergisi, Sayı 37, sh. 18

(18) Buharî, Edeb 12

(19) Ibni Mace, Zühd: 23

(20) Müsned; el-Fethu’r-Rabbânî, XIX, 54

(21) Buharî, Edeb 15; Ebû Dâvûd, Zekat, 45; Tirmizî, Birr, 10

(22) Müslim, Birr, 22

 

Âhiret Hazırlığı ve Kabir Ziyaretleri

Makale: Osman Nuri Topbaş 

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından

İnsanlar ve cinler için bir imtihan mekânı olarak yaratılan bu dünya, ilâhî hikmet ve kudret nakışlarının, ibret dolu bir sergisidir. Son insanla bu serginin hükmü de nihâyete erecektir. Yani kâinat, her şeyiyle fânîdir. Var edilen her varlık yokluğa, dünyaya gelen her canlı da ölüme mahkûmdur. En isyankâr ve inkârcı insanlar bile, günün birinde Cenâb-ı Hakk’ın bu umûmî fermânına -ister istemez- boyun eğmek zorundadır.

Fakat ezelî ve ebedî olan Allâh’ın bizzat yaratıp müstesnâ kâbiliyetler ihsân ettiği insan, aslâ fânîliği istemez, dâimâ ölümden kaçıp sonsuzluğu arar. Bu arayış, onun yaratılışının derinliklerine nakşolmuş en köklü husûsiyetlerden biridir. Bundan dolayıdır ki dünya hayatı boyunca fânîlik kafesine hapsolmuş bulunan insanın kendi içinde çözmeyi arzuladığı en mühim mesele, “ölüm muammâsı” olagelmiştir.

İnsan; hakka ve hakîkate râm olacak bir kıvamda yaratıldığından, özü itibârıyla meçhûle rızâ göstermez. Dâimâ mâlûma koşar; meçhuller ve belirsizlikler, onu derûnî bir ıztırâba dûçâr eder.

Bu sebeple âkıbet belirsizliği, ölümden sonraki hayata dâir meçhuller, öteden beri insanlığın zihnini ve gönlünü çokça meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve ne zaman kımıldasa insanı içten içe tedirgin kılan bu meçhûliyetin üstü türlü telâkkîlerle örtülmeye çalışılmıştır.

Bununla beraber, herkesi şiddetli ve ateşli bir girdap hâlinde saran ölüm, -istisnâsız- başlara çökecek en çetin bir istikbal musîbetidir. Hâl böyle olunca, onu mâlûma bağlamak da beşerî ihtiyaçların ilk sıralarında gelir.

Duygular, düşünceler ve gayretler, ölüm muammâsı üzerinde derinleşmedikçe, toprak altındaki o istikbâl diyârının sırrına erilemez. Korku ve ürperti ile ölümden kaçmak, beyhûde yorulmak; onu görmezden gelip unutmaya çalışmaksa, en büyük hamâkattir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kāf, 19)

Yani ölümden kaçacak bir sığınak olmadığı gibi, ondan kaçanların kurtulduğuna dair bir haber de duyulmamıştır.

Ölüm vâkıası, inanan veya inanmayan bütün insanlığın müşterek kaygısıdır. İnsanlar, ölüme yükledikleri mânâ itibârıyla birbirlerinden ayrılsalar da; “Acabâ öldükten sonraki hâlim nasıl olacak?” gibi suallerle kalplerde düğümlenen istikbal endişesi, bütün insanlığın ortak meselesidir.

Çünkü hayat, beşikle tabut arasındaki kısacık mesâfeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir. Hâl böyleyken, insan idrâkinde beliren “Hayat nedir?” sorusuna, yalnızca toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yükselirse, bu kadar karanlık bir hayattan daha acı ne olabilir?! Dünyaya geliş ve ukbâya gidiş manzarası karşısında kendi âkıbetini düşünen bir insanın iç dünyasını böylesine ağır bir muammânın ıztırâbından kurtaracak olan yegâne mercî, ilâhî beyanlardır. Beşer tefekkürü ile kavranması mümkün olmayan bu istikbal düğümünü çözebilmek, ancak vahyin ve peygamberlerin irşâdına gönül vermeye bağlıdır. İnsanın yöneleceği yegâne kurtuluş kapısı, fânî dünyada Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp gerçek ve ebedî hayata hazırlık yapabilmektir.

Hepimiz, ilâhî imtihan diyârı olan bu cihan mektebinin talebeleriyiz. Kulluk tahsilimiz, ecel tasdiknâmesiyle son bulacak, amellerimizle toprağın sînesine gömüleceğiz. Yani dünya hayatı; ilâhî rızâya nâil olmak ve ebedî istikbâli kazanmak için verilen bir mühletten ibârettir.

İnsanlık târihi boyunca bu ilâhî hakîkatlere sırt dönenler, ölüm ve ötesiyle ilgili sayısız hurâfelere inanarak türlü sapıklıklara sürüklenmekten kurtulamamışlardır. Zira akıllar üstü bir mevzû olan ölüm ve ötesini, cılız idrak mîzanlarıyla ölçebilmek mümkün değildir.

Âhiret mefhumunu kendi akıllarıyla ölçüp biçmeye kalkışan nice gâfiller, ilâhî beyanlarla işin aslı kendilerine açıklanınca, gerçeği kabul etmek yerine -nefislerinin hoşuna gitmediği için- bâzen alay, bâzen telâş içinde ihtilâf ve münâkaşalara dalmışlardır. Bunlardan Mekke müşriklerinin hâlini Cenâb-ı Hak şöyle beyân eder:

“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri büyük haberi mi?” (en-Nebe, 1-3)

Âyet-i kerîmede beyân edilen “büyük haber”i, Müfessir Hamdi Efendi şöyle izah eder:

“Bu haber, Peygamber Efendimiz’in gönderilmesi ve özellikle O’nun Kur’ân ve nübüvvet ile bildirdiği kıyâmet haberidir… Îmân etmeyenler, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in peygamber olarak gönderilişiyle ilgili birbirlerine soruyorlar: «Bu haber de ne?! O, Allah tarafından, Allâh’ın birliğine ve âhiret gününe inanmaya çağırmak için gönderilmiş elçi miymiş? Hele o kıyâmet haberi de nedir? Ölüler dirilecek, herkese yaptığından sorulacakmış, öyle mi?» diyorlar. Kimi «Öyle.» diyor, kimi «Böyle şey mi olur?» diyor, kimi de «Acaba!» diye tereddüt ediyordu.” (Hak Dîni Kur’an Dili, VIII, 488-489)

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in verdiği bu istikbal haberinin teşekkürlerle, minnetlerle karşılanması gerekirken -ne yazık ki- alay, hakaret ve bîgânelikle karşılanması, nefsine mağlûp insanların böyle bir âkıbeti kabullenmek istemeyişlerinin en tabiî bir neticesiydi. Müşriklerin, kendilerine haber verilen âhiret gerçeği karşısında sergiledikleri inat ve yalanlama tavırlarına, âyet-i kerîmelerde şöyle temas edilmektedir:

“Şerefli Kur’ân’a yemin olsun ki, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşakaldılar da kâfirler; «Bu ne tuhaf şey! Öldükten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)! Bu, akla uzak bir dönüştür.» dediler.” (Kāf, 2-3)

Hâlbuki öldükten sonra dirilişin, Rabbimiz için hiç de zor olmadığı, diğer bâzı âyet-i kerîmelerde de şöyle beyan edilmiştir:

“İnsan görmez mi ki, Biz onu nutfeden (bir damla sudan) yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve; «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsîn, 77-79)

“İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını bile1 aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 3-4)

“Mahlûkatı ilkin yaratıp sonra (kıyâmette) onu diriltecek olan O’dur, ki bu (öldükten sonra diriltme) O’na (ilk defa yaratmaktan) daha kolaydır…” (Rûm, 27)

Mekkeliler ve bilhassa kendilerini eşraftan sayan, fakat kibir ve gururlarının esiri olan Ebû Cehil ve yandaşları, Peygamber Efendimiz’in nübüvvet vazifesini çekemediklerinden, O’nun verdiği âhiret haberini de hayret ve şaşkınlıkla karşıladılar. Kureyşlilerin bu menfî tavrına temasla başlayan Nebe Sûresi’nde, beşerin ölümden sonraki meçhullerini aydınlatan haberle ilgili olarak “büyük haber” buyrulmuştur. Bunun hikmetiyse çok açıktır: Çünkü insanlar ölüm karşısında müşterek bir ıztırap içindedirler. Bütün hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, yürekleri derinden derine sızlatmaktadır. Yaşayanlar için ölümden büyük hâdise olmadığı gibi, onun ardını aydınlatan haber de “büyük haber”dir. Bu azameti kavrayan idrakler, fânî ve gelgeç nîmetlerle gereğinden fazla oyalanmayı bırakır, yalancı istikbâl hayallerinden, gerçek ve ebedî istikbâle yönelirler. Zira böylesine büyük bir istikbâl haberini hangi akl-ı selîm sahibi insan göz ardı edebilir?!

Ölümün tefekkürüyle aydınlanmamış bir hayat, karanlık bir musibet gecesinden farksızdır. Ebedî saâdet güneşi, ilâhî beyanlara gönül vererek yaşayıp müsterih bir vicdanla ölmesini bilenlerin ufuklarından doğar. Bundan dolayıdır ki İslâm dîni, ölümü hatırlamayı ve ona dâir hazırlıkla meşgul olmayı, zekâ eseri saymıştır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Akıllı (insan), nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışandır…” buyrulmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

ÖLÜMÜN BAĞRINDA YAŞAR GİBİ…

Ölümden kaçarak beyhûde yorulan, ölümü kendinden uzak görerek kendini kandıran gâfillerin aksine, nebevî terbiye ile yetişen ashâb-ı kirâm ve onların izinden yürüyen Hak dostları, ölüme hazırlanmayı, onu sık sık hatırlamayı ve âdeta ölümle iç içe yaşamayı hayat düstûru edinmiş kullardı. Nitekim sahâbeden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- ölümü kendisine o kadar yakın görürdü ki, bir cenâze götürüldüğünü görse, âdeta ölüye seslenerek; “Git, biz de ardından geliyoruz.” derdi. (İhyâ, IV, 865)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da sık sık kabirleri ziyaret ederdi. Bir gün ona:

“–Ne oluyor, neredeyse mezarlara komşu oldun?” dediklerinde şu karşılığı verdi:

“–Onlar sizden çok daha iyi komşulardır. Çünkü onlar, dünyalıktan bahsetmezler. Lisân-ı hâlleriyle de sürekli âhireti anlatırlar.” (İhyâ, IV, 866)

Hakîkaten, ölümün ürkütücü ağırlığını, kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz. Ölüm sessizliğine bürünmüş her bir mezar taşı, lisân-ı hâl ile konuşan ateşli bir nasihatçidir. Dolayısıyla mezar taşlarından yükselen sessiz feryatları duyup hissedebilmek, mü’minler için büyük bir bahtiyarlıktır.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- da bir mezarlığa uğrasa, sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Bir gün kendisine:

“–Cennet ve Cehennem anıldığı vakit ağlamazsın da, mezar başında niye ağlarsın?” denildi. Bunun üzerine o da:

“–Rasûl-i Ekrem r; «Kabir, âhiret yolunun ilk konak yeridir. İnsan orada kendini kurtarırsa ondan sonrası kolaydır, kurtaramazsa ondan sonrası daha zordur.» buyurduğu için ağlarım.” karşılığını verdi. (İhyâ, IV, 867)

Meymûn bin Mihran anlatıyor:

Ömer bin Abdülaziz ile bir mezarlığa doğru gittik. Mezarları görünce hüzünlendi. Sonra bana dönerek:

“–Ey Meymûn, bunlar atalarımın mezarlarıdır. Sanki dünyaya hiç karışmamışlar gibidir. Baksana, nasıl toprak altında kaldılar, mezarları eskidi, bedenlerini de toprak yedi bitirdi.” dedi. Ardından da nemli gözlerle bir mezara bakarak:

“–Vallâhi, şu mezara girip de azaptan emin olan kimseden daha büyük bir nîmete kavuşmuş bir kimse düşünemiyorum.” dedi. (İhyâ, IV, 868)

KABİR ZİYÂRETLERİ

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- nübüvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke dönülmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı. Zira câhiliye zamanında insanlar, ecdatlarına âit ruhların kudsiyet kazandığını düşünür ve ölülerinin çokluğunu öne sürüp kavimlerinin büyüklüğüyle övünmek için kabir ziyâretinde bulunurlardı. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu câhiliye âdetinden bir eser kalmaması için, ilk zamanlar kabir ziyâretini yasaklamıştı.

Fakat İslâm kuvvet bulup îman ve tevhîd kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyyet atfetme endişesine mahal kalmadığı için, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kabir ziyaretlerine izin vermiş ve hattâ bunu şu sözleriyle teşvik etmiştir:

“Ben size kabir ziyâretini yasaklamıştım. Şimdi ise ziyaret edin. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60; Müslim, Cenâiz, 106)

Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de Uhud şehidlerini ve Cennetü’l-Bakî Kabristanı’nı sık sık ziyaret ederek bu hususta bizzat örnek olurdu.

Yine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ashâb-ı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi:

“Selâm size, ey bu diyârın mü’min ve müslim halkı! İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Cenâiz, 104)

Bir mü’min de kabristana gittiğinde, önce kabir halkına selâm vermeli, onlar için duâ etmeli ve bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmelidir. Nitekim Hak dostlarından Hâtem-i Esam Hazretleri:

“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendi (âkıbeti)ni düşünmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihânet etmiş sayılır.” buyurmuştur.  (İhyâ, IV, 868)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samimî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, IV, 103/6323; Ali el-Müttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971)

Kabir ziyaretlerinde bilhassa Kur’ân okumak, 1400 senedir uygulanagelen bir icmâdır.2 Kur’ân tilâvetiyle hâsıl olan ilâhî rahmetten mevtâların da istifâdesi için bilhassa Yâsîn-i Şerîf okumak, herkesin bildiği ve tatbîk ettiği bir usûldür. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, V, 26)

Kabir ehlinin mânevî istifâdesi için diğer sûre ve âyetlerden de okunabilir. Buna dâir pek çok rivâyetten biri şöyledir:

“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, baş ucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun.” (Taberânî, Kebîr, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44)

İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur:

“Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okumak müstehabdır. Kur’ân’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir.”3

Görüldüğü üzere kabirleri ziyâret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır-hasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, mevtâlar için bir rahmet vesîlesidir.

Kabir ziyareti, İslâmî edep esaslarına riâyetle icrâ edildiğinde pek çok hayra vesîledir. Zira ölümü tefekkür neticesinde nefislerin ihtirâsının kırılacağı, insanın daha çok takvâya yönelip rikkat-i kalbe sahip olacağı ve dünyada yerli edâsıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır. Kabristanlar, her insanın kendi istikbâlini gösteren bir ayna gibidir. İnsan bu aynaya sık sık ve ibret nazarıyla bakabilirse, hayatını boş hevesler peşinde ziyan etmekten de uzak durur. Dolayısıyla kabir ziyaretleri, ölüme ve âhirete hazırlanma gayretinin en güzel vesîlesidir.

Ehl-i Sünnet inancına göre, ölen biri işitir, hisseder ve şuur sahibidir. Yapılan hayırlardan istifade eder ve sevinir. Şerlerden de eziyet görür ve üzülür. Yani insan, bedeniyle ölür, rûhuyla değil.

Pek çok hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in, vefâtından sonra konuşulanları işittiği, selâmlara karşılık verdiği, ümmetin amellerinin kendisine arz edildiği, gördüğü günahlar için istiğfâr edip haseneler sebebiyle Allâh’a hamd ettiği bildirilmektedir. Üstelik bu hâlin, sadece Peygamber Efendimiz’e mahsus olmadığı da bir hadîs-i şerîfte şöyle beyân edilir:

“Sizin amelleriniz akrabalarınızdan ve kabilenizden vefat edenlere arz edilir. Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler. Hayırlı değilse; «Allâh’ım, bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden canlarını alma!» diye duâ ederler.” (Ahmed, III, 164; Taberânî, Kebîr, IV, 129/3887)

Seyyid Tâha’l-Hakkârî Hazretleri’nin kayınpederi, Nehrî kadısı idi. Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahçenin kapı girişinde yapılmasını vasiyet etti ve;

“Seyyid Tâhâ Hazretleri’nin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezarıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allah Teâlâ beni de affeder. Yâhut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim.” buyurdu.4

Sâlih zâtların, vefatlarından sonra bile etraflarına rahmet vesîlesi olduğuna işâret sadedinde, hadîs-i şerîflerde de şöyle buyrulur:

“Ashâbımdan biri bir bölgede vefât ederse kıyâmet günü oranın ahâlîsi için önder ve nûr olarak haşrolunur.” (Tirmizî, Menâkıb, 58/3865)

“Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Müsned, I, 102)

Diğer taraftan, büyüklerin kabirlerini ziyarette, bâzı yanlış tavırlardan ve bid’atlardan da titizlikle uzak durmak gerekir. Kabirlerin başında mum yakmak, çaput bağlamak ve doğrudan doğruya o kabirde yatan zâttan medet ummak gibi…

Aslâ unutmamak gerekir ki, kabirde yatan kimse ne kadar büyük bir zât olursa olsun, onun şahsından bir şey istenmemelidir. Onun Hak katındaki kıymet ve hatırı vesîlesiyle, yine Allah’tan istenmelidir. Çünkü kendisinden bir şey istenecek olan yegâne mercî, Fâil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak’tır. O dilemedikçe hiçbir kul, hiçbir hayrı meydana getiremez, hiçbir şerri de defedemez. Bu yüzden, doğrudan doğruya ölüden istemek, şirke kapı aralar. Gaflet ve cehâletleri sebebiyle böyle yapanları îkaz etmek, her mü’minin zarûrî bir vazifesidir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.

Diğer taraftan bu husustaki aşırılıklara karşı çıkayım derken, İslâmî edebe riâyetle yapılan kabir ziyaretini “şirk” sayacak kadar ileri gidenler de bu hatânın bir benzerini tersinden ortaya koymaktadırlar.

İslâm, her meselede olduğu gibi kabir ziyâreti hususunda da îtidâli esas almaktadır. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve ashâbının söz ve fiilleri, bu hususta ifrat ve tefrite kaçmadan nasıl davranmak gerektiğinin en güzel örneğidir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, her gününü son günüymüş gibi büyük bir rikkat ve gayretle değerlendiren, ölmeden evvel ölmek sırrından hisse alabilen, dünyayı âhiret penceresinden seyreden, kabristanların sessiz-sözsüz, fakat dehşetli vaazlarına âşinâ olabilen, firâset ve basîret sahibi sâlih kullarından eylesin…

Âmîn!..

Dipnotlar: 1. Günümüzde “daktiloskopi” denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı vardır. Bu ilim, parmak izlerinin ömür boyunca hiç değişmediğini ve hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkiyle aynı olmadığını ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak ucu iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 19. asrın sonlarında keşfedilmiştir. Oysa Kur’ân-ı Kerîm, parmak uçlarının bu husûsiyetine asırlar öncesinden dikkat çekerek ayrı bir mûcize sergilemiştir. Bu da Kur’ân’ın dâimâ önden gittiğinin, müsbet ilmin de onu şerh ve tasdik ederek ardından geldiğinin sayısız misallerinden biridir. 2. İcmâ: İslâm hukûkunda dört aslî delil vardır: Kur’ân, Sünnet, kıyâs-ı fukahâ ve icmâ-ı ümmet. İcmâ-ı ümmet; bütün müslümanların, bilhassa da meseleye vâkıf olan İslâm âlimlerinin bir konuda ittifak etmeleridir. 3. Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, Beyrut, ts. s. 293. 4. Türkiye Gazetesi Evliyâlar Ansiklopedisi.

 

 

 

 

 

  • Beğen
YORUM YAZIN