Mübarek Ramazan 3. Gün: Bir Ayet, Bir Hadis, Bir Dua...
2022-04-04 - 00:08
"Ramazan ayında, hasta veya ruhsat sahibi olmaksızın kim bir günlük orucunu yerse, bütün zaman boyu oruç tutsa bu orucu kaza edemez."

Ayet

Allah'ın ayetlerini az bir karşılığa değiştiler de insanları onun yolundan alıkoydular. Bunların yapmakta oldukları şeyler gerçekten ne kötüdür!

(Tevbe Suresi, 9. Ayet)

Hadis

Ramazan ayında, hasta veya ruhsat sahibi olmaksızın kim bir günlük orucunu yerse, bütün zaman boyu oruç tutsa bu orucu kaza edemez.

(Buhari, Savm 29)

Dua

Ey Rabbim Peygamber Efendimiz Hz Muhammet Mustafa’nın (S.A.V.) senden istediğini istiyorum. Resulünün sana sığındığı şeyden ben de sana sığınıyorum.

Âmin

Hz. Osman (R.A.)

Hazreti Osman (R.A) 580 yılında Taif’de doğdu. Kureyş’in zengin Ümeyye oğulları ailesindendir. Babasının adı Affan’dır. Peygamberimiz (sav)’den 7 yaş küçüktür.

Hazreti Osman (R.A.)’ın feraset sahibi bir teyzesi vardı, kendisine “Sen bir peygamber kızıyla evleneceksin, ona vahiy gelmeye başladı” dediğinde boş konuşmayan teyzesinin anlattıklarını arkadaşı olan Hazreti Ebu Bekir(ra)’e anlattı. Hazreti Ebu Bekir (ra) “Teyzen doğru söylemiş, Yâ Osman, sen akıllı adamsın, ben kendisinin peygamber olduğuna inandım, iman ettim. Gel seni de huzûruna götüreyim, sen de îmân et” deyip beraberce Resûlullah(sav)’ın huzûruna vardılar.

Hz Osman burada büyük bir şevkle kelime-i şehâdet getirip, Müslüman olmuştur.

Başarılı bir tüccar, giyimi kuşamı seven bir gençti. İlk Müslümanların genellikle önemsiz kimseler olması yanında, Hazreti Osman(ra) gibi her yönüyle önemli bir kişinin Müslüman olması büyük yankı ve tepki uyandırdı.

Peygamber (sav) gelen vahiy üzerine kızı Rukiye’yi Hazreti Osman(ra)’a nikâhladı. Rukiyye, Bedir savaşından sonra vefât edince (Peygamberimiz (sav) kızının cenazesine yetişememiştir), Peygamberimiz(sav) diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü de Hazreti Osman(ra)’a nikâhladı. Bu bakımdan ona, Peygamberimiz(sav)’in iki kızıyla evlenme nimetine kavuşmuş olduğu için, iki nûr sahibi manâsına “Zinnûreyn” denilmiştir.

Hazreti Osman (ra), Hazreti Rukiyye hasta olduğu için katılamadığı Bedir savaşı hariç tüm savaşlara katılmıştır.

622 yılında Habeşistan’a göç etmiş, tüm varlığını orada bırakıp Mekke’ye geri gelmiş daha sonrada Medine’ye hicret etmiştir. Medine’de Ebu Talha(ra)’nın yanında kalan Hazreti Osman(ra), Ensardan hiç yardım kabul etmemiştir, kısa sürede kendi evini alan Osman (ra) tüccarlıktaki maharetini göstermiş, daha önce çiftçilik yapan Medinelilere tüccarlığı öğretmiş, musevilerin elinde olan ticaret Müslümanların eline geçmiştir.

644 yılında halife olan Hazreti Osman (ra) 12 yıl gibi uzun bir zaman halifelik yaptı. Dört Büyük Halife’den en uzun süre halifelik yapan Hazreti Osman(ra)’dır.

Halifelik döneminde İslam devleti genişlemiş, Horasan, Hindistan, Mâverâünnehir, Kafkasya, Kıbrıs adası ve Kuzey Afrika’nın birçok yerleri onun zamanında feth edilmiştir. Donanma kurmuş, ekonomik reformlar gerçekleştirmiştir. İlk İslam parasını basmış, bütün masraflarını karşılayarak Kâbe ve Mescidi Nebeviyi genişletmiştir.

Hazreti Ebu Bekir (ra) zamanında toplatılıp kitap haline getirilen Kur-an’ı Kerim Mushaflarını çoğaltıp önemli merkezlere göndermiştir.

Peygamberimiz(sav)kızı Rukiye’ye “Ey benim kızım! Osman’dan gökteki melekler hayâ ederler. Ey canım kızım, Osman’a çok saygı göster. Çünkü Ashabımın arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur” buyurmuştur.

Yemenli bir Yahûdî olan, Abdullah bin Sebe 13 bin kişilik bu çapulcu takımı ile Medîne’ye kadar yürüyüp Hazreti Osman(ra)’ın evini kuşattılar âsîler duvarı atlayarak içeri girdiler. Hazreti Osman(ra) Kur’ân-ı Kerîm okurken 17 Temmuz 656 tarihinde Şehit ettiler. Hazreti Osman(ra)’ın kanı, okumakta olduğu Kur’an’ın üzerine sıçradı. Hazreti Osman(ra) Son nefesini verirken şöyle duâ etti:

- Yâ Rabbî, Ümmet-i Muhammedi, tefrikadan, fitneden koru!

Hz Osman Şehit edildiğinde 83 yaşındaydı.

Ebû Ali Farmedî (K.S.)

Ebû Ali Farmedi, Ebû'l-Kasım Kuşeyri'nin talebesi, İmam Gazzali'nin şeyhi ve üstadıdır.

Ebû Ali Farmedi, Horasan'ın Tuş şehri yakınındaki Farmez'den. Asıl adı Fazi bin Muhammed, künyesi Ebû Ali.

Türkçe kaynaklarda memleketi Farmez'e nisbetle Farmedi diye anılır. 407/1016 yılında doğdu. Ebû Abdullah Şirazî, Ebû Mansur Bağdadi ve Ebû'l-Hasan el-Müzekki gibi âlimlerden okudu. Gençlik yıllarında Nişabur'da Ebû Said Ebû'l-Hayr'ın ders halkasına katıldı.

Kuşeyri onu tefsir ve hadis gibi dini ilimlerde yetiştiriyor, vaaz ve irşad konusunda eğitiyordu. Devamlı surette ilme teşvik ediyordu. İlimde derinlik, marifette rüsuh kesbeden Ebû Ali, bir gün şahidi olduğu muazzam bir tecelli ile sarsıldı. İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kalemi hokkaya bir daldırdı ki, ne görsün kalemin ucu bembeyaz, oysa hokka mürekkeple dolu. Kalemi tekrar tekrar hokkaya sokup çıkardı, fakat nafile, değişen bir şey olmadı.

Büyük bir dehşete kapıldı ve doğruca üstadı Kuşeyri'ye koştu. Olanları dinleyen büyük mutasavvıf: Artık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak." dedi. Bunun üzerine Ebû Ali, eşyasını alıp medreseden ayrılıp tekkeye taşındı. Bu dergâh, Kuşeyri'nin dergahıydı.

Ebû Ali, bu dergahta bir müddet kaldıktan sonra meydana gelen bazı tecelliler sebebiyle memleketinden ayrılıp Nişabur ve Tuş şehrinin yolunu tuttu. Tus'da Ebû'l-Kasım Gürgani'yi buldu ve ona bende oldu. Gürgani'nin yanında riyazat ve mücahede ile meşgul olarak seyr u sulukunu tamamladı. Şeyhi kendisini vaaz ve irşad halkasını kurmak ve zikir meclisi teşkil etmekle görevlendirdi ve onu kızıyla evlendirdi.

Vefatı 477 Rebiu'l-evvel/1084 Temmuz'dur.

Ebû Ali Farmedi, irşad ve nasihat üslubundaki incelik, hal ve tavırlarındaki mükemmellik sebebiyle devrinde büyük bir sevgiye mazhar oldu. Çağında bile Horasan'da "Şeyhler şeyhi", "Horasan'ın dili" gibi sıfatlarla anılırdı. Onun yaşadığı dönemde ilim ve fazilet erbabı alim ve şeyhlere son derece saygılı davranan ünlü Selçuklu veziri Nizamül-mülk, onun değerini anlayanların başında gelir.

Nizamü'l-mülk'e Ebû Ali Farmedi'ye gösterdiği bu saygının sebebi sorulduğunda şu karşılığı verirdi:"Diğer alim ve şeyhler beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu da nefsimin hoşuna gidiyor. Farmedi ise beni yüzüme karşı övmediği gibi, kusurlarımı, yanlışlık ve haksızlıklarımı da söylüyor ve beni ikaz ederek irşad ediyor. Ben de onun bu söylediklerinde hayır görerek ona saygı göstermeye çalışıyorum."

Ebû Ali, şeyhi Ebû'l-Kasım Gürgani tarafından irşadla görevlendirilmeden kendisine mana alemlerinin açılacağı; büyüklerin diliyle bülbül gibi konuşacağı müjdesini bir ara Tus şehrine gelen ilk üstadı Ebû Said Ebû'l-Hayr'dan almıştı. Daha sonra Sıddıkıyet yolunun temsilcisi Ebû'l-Hasan Harakani'yi de tanıyan ve onun halifesi olan Farmedi, emaneti Yusuf Hemadani'ye bırakıp Hakk'a yürüdü.

-Rahmetullahi aleyh-

Ramazân-ı Şerîfin Fazîlet Dersleri

Makale: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi

Ramazân-ı şerîf, âdeta yoğunlaştırılmış bir mânevî tekâmül mektebi… Öyle ki; gönülleri zenginleştiren, kalplere seviye kazandıran; oruç, iftar, sahur, terâvih, mukãbele, duâ-zikir, fitre-zekât, îtikâf, Kadir Gecesi ve bayram, bu mektebin temel dersleri… Bütün bu dersleri lâyıkıyla idrâk edip imtihanlarından yüksek not alabilmek ise, ilâhî af bayramına ererek ebedî kurtuluş berâtını alabilmenin en güzel yolu…

Her ibadet, rûhun ayrı bir gıdâsıdır. Lâyıkıyla tutulan bir orucun verdiği feyiz ve rûhâniyet ise pek müstesnâdır. Orucun aslî hakîkati, onun mânevî, ahlâkî ve ictimâî kıymetlerinde gizlidir. Zira: Oruç; nîmetlerin kadrini bildirerek gönüllerdeki şükran duygularını derinleştirir. Öyle ki, her gün rahatça yiyip içilen nîmetlerden günün belli bir kısmında mahrum kalmak bile, insana aczini hatırlatır. Her hâlükârda Rabbimize muhtaç olduğumuzu, hakîkatte bir an bile O’nun lûtfuna sığınmaktan müstağnî kalamayacağımızı telkin eder. Cenâb-ı Hakk’ın lûtuflarına karşı, gönüllerdeki hamd ve şükür duygularını kuvvetlendirir.

Oruç; sabır tâlimidir. Nefsin isteklerini frenleyebilme irâdesinin kazanılmasıdır. İnsanın nefsine hâkim olabilmesi, ilâhî imtihanlardan muvaffakıyetle geçebilmenin en mühim sırrıdır. Öyle ki; öfkeyi yenebilmek, affedebilmek, fedâkârlık ve ferâgat gibi yüksek fazîletler de hep nefsin îtirazlarını susturabilmekle gerçekleşebilir.

Oruçluyken bilhassa öfkeden sakınmak gerekir. Zira açlık asabîliği içinde birtakım nefsânî davranışlara sürüklenmek, orucun rûhâniyetini zedeler. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Hiçbiriniz (bilhassa) oruçlu olduğu gün, çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri, kendisine söver veya çatarsa; «ben oruçluyum» desin.” (Buhârî, Savm, 9)

Sabır ayı olan Ramazân-ı şerîfte tutulan oruç, âdeta rûhun giydiği bir ihram gibidir. Nasıl ki ihramda refes, fısk ve cidâl yasaksa, tıpkı bunun gibi, şehevî arzular, fısk u fücûr, münâkaşa ve bir gönle diken batırmak da orucun ecrini zâyî etmek demektir.

Oruç; nefsâniyeti dizginleyerek rûhâniyete seviye kazandırmaktır. İnsanda rûhâniyet ve nefsâniyet, bir terâzinin iki kefesine benzer. Biri hafiflediğinde diğeri ağırlık kazanır. Nefsin bitmek bilmeyen arzularını, azim ve irâdesiyle eritemeyen ham ruhlar, ne dünyada ne de ukbâda saâdete erebilirler. Oruç da; rûhâniyeti nefsâniyete, bâkîyi fânîye, takvâyı fücûra gâlip getirmek için, nefse karşı girişilen büyük bir cihaddır.

Oruç, bedenin alışıp şiddetle ihtiyaç duyduğu fânî nîmetlerden el çekmek sûretinde gerçekleşir. Bu vesîleyle de rûhu, nefsânî arzuların sıklet ve kasvetinden kurtarır. Dolayısıyla rûhun kuvvetlenmesine, duyguların ulvîleşmesine, ilâhî nurların kalpte tecellîsine vesîle olur. Oruç tutan kimsede, nefsin tasallutundan kurtulan rûhun, mânevî fetihleri başlar. Bu bakımdan oruçlu, bir fazîlet mücâhidi demektir.

Ayrıca oruç sâyesinde, -belli bir süreliğine de olsa- bâzı helâllerden bile el çekmek, haram ve şüphelilere karşı daha güçlü bir şekilde mukãvemet edebilecek, sağlam bir irâdenin inşâsına yardımcı olur.

Oruç; güzel ahlâk ve takvâ tâlimidir. Oruç, Kur’ân ahlâkından nasiplenmek ve âdeta meleklerin letâfetinden hisse almaktır. Bunun için orucun hem zâhiren hem de bâtınen bozulmaması gerekir. Bu ise, ibadetlerin rûhâniyetine zehir saçan nefsânî zaaflardan sakınmaya bağlıdır. Zira makbul bir oruç, bütün uzuvların ve bilhassa kalbin iştirâk ettiği oruçtur. Allah ile beraberlik şuuru içinde tutulan oruçtur. Yüksek bir takvâ duygusuyla, insanı günahlardan alıkoyan bir oruçtur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini-içmesini bırakmasına kıymet vermez.” buyrulmaktadır. (Buhârî, Savm 8, Edeb 51)

Demek ki orucu, nefsânî zaaflarla zedelememek; bilhassa dili dedikodu, gıybet, yalan, iftirâ ve mâlâyânî mevzulardan muhâfaza etmek, yani çirkin konuşmalara karşı ona da “sükût orucu” tutturabilmek gerekir.

Oruç; ihlâs tâlimidir. Her ibadette olduğu gibi oruçta da yegâne niyet, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı olmalıdır. Bunun için de riyâ ve gösterişten sakınmak, ibadete fânî menfaatleri ortak etmemek gerekir.

Vaktiyle yahudî ve hristiyanların da bir ay oruçları vardı. Lâkin onlar, bu güzel ibadeti -tıpkı dinleri gibi- tahrif ederek aslî mecrâından çıkardılar. Ruhsuz, mâneviyatsız bir “perhiz” kılığına soktular. Diğer ibadetler gibi oruç da, hakîkî mâhiyetini İslâm dîninde buldu.

Bu sebeple mîdeyi dinlendirmek, kilo vermek gibi maddî gâyelerle tutulan bir orucun ecri zâyî olur. Bedenî hareketleri için namaz kılmak, turistik gâye ile hac ve umre yolculuğuna çıkmak da böyledir. İbadet, maddî faydası için değil, Allâh’ın emri olduğu için yapılır. Orucuna dünyevî bir maksat karıştıranlar, şu nebevî îkâzın muhâtabı olmaktan kurtulamazlar:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!..” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21/1690) Yani orucun fazîletinden, feyiz ve rûhâniyetinden bir hisse alamazlar.

Oruç; zühd ve riyâzat tâlimidir. Bugün maalesef lüks, israf, oburluk, güç gösterisi ve nefsânî ihtirasların arttığı bir devredeyiz. Hâlbuki oruç ibadeti bizlere, fânî nîmetlerin bir gün tamamen elinden alınacağı bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatarak, nefsânî zevklere takılıp kalmamayı, helâlleri bile asgarî seviyede kullanıp kifâyet miktârıyla yetinmeyi ve dünyevî imkânları âhiret sermâyesi kılma firâsetini telkin eder.

Bizlere örnek nesil olarak takdîm edilen Ashâb-ı kirâm’ın dünyaya karşı müstağnî duruşlarını, bilhassa Ramazân-ı şerîfte daha derin bir şekilde tefekkür etmeliyiz. Onların âile hayatı nasıldı? Ticârî münâsebetleri, ictimâî muâmelâtları nasıldı? Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Medîne’ye hicret edip Ensâr ve Muhâcirleri birbirine kardeş kıldıktan sonra niçin ilk olarak Medîne çarşısını teftiş etti? Çünkü mü’minin iktisâdî noktadaki asıl derdi, çok kazanmak değil, az veya çok, fakat mutlaka “helâl” kazanmaktır. Kazanılan rızkın mânevî keyfiyeti çok mühimdir. Helâl lokmadan feyiz ve rûhâniyet doğar. Helâl lokma, rûha zindelik veren bir vitamin gibidir. Haram ve şüpheli lokmalardan ise rûha hantallık ve gaflet sirâyet eder.

Oruç; diğergâmlık tâlimidir. Yoksulların ve muhtaçların çektiği sıkıntılardan sadece biri olan açlığı fiilen yaşatarak onların hâlinden anlamayı temin eder.

Böylece gönüllerde merhamet, şefkat ve cömertlik tohumlarının filizlenmesini sağlar.

 

  • Beğen
YORUM YAZIN